Roman Okumak Öğrenilebilir mi?
Lisede bir derste, edebiyat öğretmenim aynen şöyle demişti: “Gençliğimde bir roman okudum, çok güzel bir aşk romanıydı. Aynı romanı yetişkinliğimde okuduğumda romanın Milli Mücadele yıllarını anlattığını fark ettim.” O zamanlar aklımdan geçen ilk şey edebiyat öğretmenimin roman okumayı bilmiyor olmasıydı.
İnsanlık, çok eski zamanlardan beri -hatta yazıdan bile önce- şiir söylerdi. Biz, yazıdan önce, insanların sözlü olarak ürettiği şiirlere sözlü anlatı dönemi ürünü diyoruz. Bu denli köklü bir edebiyat geleneğinin nasıl yorumlanacağı, nasıl anlaşılacağı ile ilgili pek çok fikrin olması oldukça normal. İnsanlık “bilmeye” başladığında, bugüne kadar edebiyat adına yazdıklarına farklı bir gözle bakmaya başladı ve şu soruları sordu: “Biz bu eseri nasıl değerlendirmeliyiz? Nasıl anlamalıyız? Bunun, bizim için önemi nedir?” Üstelik bu soruları sormak için insanların çok büyük bir motivasyonu da vardı: Kutsal Kitaplar, dini metinler. İnsanlar başlangıçta, dini metinleri anlamlandırmaya çalışırken edindikleri birikimi edebiyat eserlerine de uyguladılar.
Bu yöntemler, bizim üzerinde duracağımız tür olan roman söz konusu olduğunda eskide kalmış ve artık geçerli olmayan yöntemlerdir. Çünkü o zamanlar roman değil, roman türünün atası sayılabilecek anlatılar vardı. Mitler, destanlar, efsaneler, masallar, halk hikayeleri… Bunlar, bugün okuduğumuz romanların atalarıdır. Günümüze gelirsek, bize bir romanın nasıl okunması gerektiğini söyleyen pek çok insan var. Bu insanlar, edebiyat ürünlerini değerlendirirken belirli, izlenebilir, bilimsel bir metot ortaya koymaya çalışıyorlar. Biz bu metotlara edebiyat kuramları diyoruz.
Kuramları kategorize etmek istersek şu şekilde edebiliriz: Metin merkezliler, yazar merkezliler, okur merkezliler. Bunları örneklendirmek gerekirse, metin merkezli kuramlar, bir romanı değerlendirirken romanın biçimsel özelliklerine eğilir. Mesela sözcüklerin kaçının fiil, kaçının sıfat olduğuna bile dikkat edebilirler! Albert Einstein’ın bir roman yazdığını hayal edin, romanı okurken kendisinin hayatını tamamen göz ardı etmeli ve romanın anlamını doğrudan romanın biçiminde aramalısınız. Yazar merkezli bir kuram, romanın anlamını ararken Albert Einstein’ın biyografisini de işin içine dahil edecektir. Okur merkezli bir kuram ise sizin okuduklarınızdan ne anladığınızla ilgilenir.
Pek çok edebiyat kuramı, edebiyat dışı kaynaklara dayanır. Örneğin hepimizin şanını bildiği Sigmund Freud’un çalışmalarından esinlenip edebiyata uyarlanan “psikanalitik edebiyat kuramı” bunlardan biridir. Yine epey ünlü bir filozof olan Karl Marx’ın görüşleri de edebi eserlere uygulanabilir biçime getirilmiştir, bunlara “Marksist estetik,” “Marksist edebiyat eleştirisi” gibi adlar verilir. Günümüzde “feminist edebiyat eleştirisi” de yaygındır. Bu durum edebiyatın yaşama bağlı kökleri olmasına bağlanabilir. Yaşama dokunmayan, insana dair unsurlar taşımayan bir eserle karşılaşma olasılığımız neredeyse yoktur. Haliyle temeline insanı alan az önce saydığımız düşünceler edebiyat metinlerini anlamlandırmak için de kullanılabilir. Ancak bu bir matematik denklemi değildir, kesin ve tartışılmaz doğruları yoktur. Bir araştırmacı bir romanı psikanalitik yöntemlerle incelerken bir diğer araştırmacı feminist eleştirinin kurallarına göre inceleyebilir.
Asıl sorunumuza dönersek, biz bir okur olarak bir romanı tam manasıyla anlayabilmek için tüm bu kuramları bilmeli miyiz? Yanıt: Elbette hayır. Eğer bir edebiyat araştırmacısı değilseniz, ömrünüz boyunca bu kuramları bilmenize gerek yoktur. Bu sizi “kötü okur” yapmaz. Neden mi?
Her şeyden önce şunu anımsamak gerekir ki bir roman, bir tarih kitabı değildir. Yani öğreneceğimiz kesin doğrular ve bilgiler yoktur. Hatta romanlar size yalan bile söyleyebilir! Bir polisiye roman okuduğunuzu hayal edin. Bütün olan biteni size anlatan bir “anlatıcı” var. Örneğin diyor ki: “Mehmet Bey katil gibi görünüyordu. Cebinden suç aletine benzer bir şey çıktı ve üzerinde kana benzeyen lekeler vardı.” Mehmet Bey suçlu gibi. Peki ya size bunları söyleyen “anlatıcı” katilse ve sizi Mehmet Bey’in katil olduğuna inandırmaya çalışıyorsa?
Roman okumak için amaçlarınız çeşitli olabilir: Fantastik hikayeler okumaktan hoşlanıyor, acıklı hikayeler okumakla ilgileniyor, bir dedektifin bir suçu aydınlatmasına tanık olmaya bayılıyor olabilirsiniz! Öyleyse bizi ilgilendiren âşıkların duygularını tanımak, bir gizemle gerilmek, bir kahramanla beraber çarpışmaktır. Roman okumak çok kişisel bir deneyimdir. Bu yüzden “kötü roman okuru” diye bir unvandan bahsedemeyiz. Yani ta en başa dönersek, tabii ki edebiyat öğretmenim roman okumasını biliyordu. Gençken beklentileri başkaydı ve romanı bu gözle yorumladı. Yetişkinken beklentileri başkaydı ve roman onun için bambaşka bir şeyi anlattı. Romanın yazarı öğretmenimin karşısına dikilse ve dese ki: “Hayır, bir fantastik hikayeyi anlatıyor bu roman!” Bu cümle öğretmenim için yine hiçbir şeyi değiştirmezdi. Çünkü onun için bu roman Milli Mücadele yıllarını anlatıyor.
Tabii ki romanlar anlattıklarını bize her zaman apaçık iletmez. Bazen sözcük oyunları yapar, bazen zamanla oynar, bazen bize yalan söyler. Ancak bunlar nadir rastlanır örneklerdir ve bunları da fark edebilmek için alacağımız belli bir eğitim yoktur. Yani “iyi bir okur” olmamız değil, “daha dikkatli bir okur” olmamız gerekir hepsi bu.
Roman okumayı öğrenemeyiz, roman okumayı zaten biliyoruz. En yakınınızda duran romana uzanın, sayfalarını hızlıca karıştırın ve kaç bin sözcükten oluştuğunu bir düşünün. Bir romanı okurken işte bu sözcük sayısı kadar özgürsünüz.
Furkan Berk Ustaoğlu
15.02.2022